28 Nisan 2014 Pazartesi

Kırmızı-1

soluklanmak onun için son bir saattir nefesini tutmaktan ibaretti. ara sıra kısık solgun nefesler çekiyordu içine. ama bu ne beş para etmez ciğerini doldurmaya yetiyordu ne de ölmesine. Dikenli tellerle çevrili beyni düşünmeye tenezzül etmiyordu. Sadece koşuyor ve kırmızıların en can alıcı tonlarıyla bürünmüş ellerini silmekle uğraşıyordu. üstündeki bez parçaları ellerindeki günahı temizlemekten aciz kaldıkça daha da sinirleniyor, adımları hızlanıyor, solukları bir o kadar kısılıyordu. Ne yazık ki elinde kalan ceset gibi çabuk çıkmıyordu canı, ciğerleri iflas etmiyordu. Ruhunun son derece hastalıklı en derin noktaları yine yansımıştı en az ruhu kadar körelen bedenine. İşte şimdi tam olduğunu hissediyordu- hissediyordu çünkü düşünmek onun için acı çekmekten başka bi'şey değildi- : sahip olduğu benliğin bütünleştiğini, sadece o anlarda bir olduğunu hissetmesi küflenmiş beyninin tezahürüydü belki. Ama bunu anlaması ondan beklenemeyecek kadar fazla akıl gerektirirdi; onunsa beyni kırmızının en solgun tonlarıyla kanarken bu imkansızdı.



Önerilerden yola çıkarak bi katil oluşturuyorum, yine küçük küçük parçalarla ilerleyeceğim takipte kalın.^^

Bütünleştirilmiş eski hikaye

İlk yazdığım hikayeyi birleştirme projem^^

Herkesin güneşli oluşundan parlak olduğuna kanaat getirdiği ancak kendisinin henüz -içinin kararmışlığından ,bi sokak piçinin ayaklarının altı gibi kirlenmişliğinden olacak ki- gün için olumlu bir  yakıştırma yapamamıştı. Bedeni bu her ne kadar acıkmışlığın verdiği ağız kokusu, mide yanmasının etkisiyle düşüncelerinden bağımsız şekilde bir kirlenmiş de olsa; aklı, beyni kurumuştu sanki, düşünceleri bütün organlarını ele geçirmiş; karamsar bir hava yerleştirmişti. Ne aklında bi tilkinin leşe sinsi sinsi yaklaşması gibi usul usul gezinen fikirlere hakim olabiliyordu ne de karnının guruldamasına. İşin aslı bu keşmekeşten kurtulmak için de özel bir çaba harcamıyordu. Beynindeki her hücreyi ,göz kırpmak nasıl hayatın akışında böylesine normalse, her saniye işletmek istiyordu. Kolu bacağına kan gitmediğinde nasıl karıncalanıyor, bu onu kıvrandırıyorsa; aklı öyle çalışacaktı ki kendini dahil herkesi şaşırtacaktı; günü parlak bulanlara hücrelerinin çalışırkenki parlamasını gösterip karanlığa çekecekti güneşli'leri de.
Şu anlık tüm bu kaostan kurtulup o iki güneşli adasına gitmek istedi. Kendisini nasıl tanıyorsa, düşüncelerini bedeninden uzaklaştırmayı da biliyordu.
Ve bunu hep kendine saklardı. -Şimdi de yapacağı gibi.-

Günüyle gecesi onun için pek farklı olmuyordu, sınırları belirli, önceden çizilmiş ve asla değişmeyecek bir tarla gibiydi yaşayabilecekleri. Yalnızca geceler biraz daha karmaşık oluyordu gündüzden. Bu farklılık da ancak madalyonun iki yüzü kadar aynı ve farklı olabilirdi. Bu yaradılışından sanki Tanrı tarafından bir emir gibi kazınmıştı beynine, 4 büyük kitaptan hiçbirinde yazmamasına karşın. Yaşadıkları ve yaşayacağı bildiği hayatı bir seçim miydi yoksa kader denen şey mi umurunda değildi, böyle olmasına ve böyle olacağına koşulsuz sadakatle bağlıydı.
 İki güneş istemekte haklı nedenleri vardı.Yaşadığı dünyaya bakacak olursa aydınlık bir yönünü bulmak trafikte emeklerini satarken dilenci gözüyle bakmayan şoförler bulmak kadar zordu. Tıpkı şoförlerin dünya görüşü kadar karanlıktı yaşadığı hayat. Bu karanlık zamanlarda, dünyadaki her şey ruhunu aşağı çekmeye çalışıyor gibi hissederdi, tek güneşin beyinleri aydınlatmaya yetmediği onun nazarında bu hissettiklerinden anlaşılabilirdi. Onun hayatında Gregor Samsa gibi hissetmek o kadar kolaydı ki -en az kara delik kadar koyu, içinden çıkılamaz, kör cahil yaşamında Dönüşümü tabi ki bilmesi beklenemez- ; her uyandığında koca şehir için ucube bir böcekten daha fazlası değildi, bu onun için kaçınılmaz geleceğinin çok ufak bir detayıydı. Onu dünyaya getiren kişi tarafından böyle bir yaşama sürüklenişi de onun için güven, sadakat duygularını ancak bir ahmağın hissedebileceği zayıflıklar olarak görmesini haklı kılan nedenlerdi. O, dünyasını aydınlatmaya bir güneşin dahi yetmediğinden yakınırken, annesi olacak -kendinden çok da üstün yönleri bulunmayan, basit bir sokak kadını- kadın ondan ancak bir prensesin gülümsemesindeki zarafet kadar güçlü(!) güneşin ışımasını elinden almaya kalkmıştı. Belki o gün dünyaya kör bir böcek olarak uyanışının ilk günü sayılabilirdi.

İki gözü vardı -annesi için herhangi bir organdan daha mühim olmayan- ve iki güneşi görmeye son derece kararlıydı.
Küçük bir çocukken -zenginlerin yaşadığı paralel evrendeki normlara göre ana kuzusu çağlarındayken- evi ve onu organları para edecek ürünler olarak gören annesini bırakıp Sokakların Prensi, Ali Zaoua olma yoluna girmişti. Bu olanlar yaşanmadan her dünyaya gelenin sahip olduğu gibi onun da bir odası, şimdiki hayallerinin oluşmasında rol oynayan mavi oyuncakları vardı. Ta o zaman girmişti düşlerine; sonsuz, derin maviliği düşündükçe yıldızlarınkine benzer bir ışıkla mutluluk akın ediyordu dehlizlerine. Konu okyanusların, denizlerin maviliği olduğunda düşünce limanları çok genişlerdi, yüzlerce gemi sığabilirdi hayallerine. Engin düşünce denizlerinde birbirinden görkemli, ihtişamlı gemiler yüzerdi, bunları izlemek onu öylesine etkilerdi ki bu düşlerinde dahi kendisinin ufak bir sandalla olması hayatın trajikomikliğini bize tekrar gösterirdi. Çöller kadar zengin yalnızlığı; kaderin eşitsizliğini düşündüğünde mutsuzluğun verdiği ıstırapla perçinlenirdi. Bu duygular onda hep yeni bir yaşam hevesi yaratırdı ki bu da öylesine basit bir çocuğun sahip olabileceği hayaller kadar yakın fakat düşlediği iki güneşe ulaşmak kadar uzaktı. 

Ama artık düşlerini süsleyen peşinden koşabileceği -ya da yüzerek ulaşabileceği- iki güneşli bir adası vardı.
Adasında olmasını düşlediği esintiler tıpkı aşıkların ilk öpüşündeki gibi titretirdi içini; her ne kadar aşkı tatmamış olsa da annesinin kokusu olarak belirirdi zihninde "aşk". Kalbine küçük beyaz bir elin dokunmasının çoğu kez talihsiz olan tatlı gerginliğini tatmıştı hep. Bu onun için hafifmeşrep bir aşıkla yapılan suç ortaklığının onurlu bir adama verdiği acılı bir tatmin duygusundan öte olamamıştı. Şimdi bu kalp rahatsızlıklarını bir yana bırakırsa adasının şenliksiz ve prensi olduğu sokaklardaki gibi solgun olmasından korkmuyor değildi. Ancak o Ali Zaoua'ydı ve bu denli zayıflıklara onun sokaklarında yer yoktu-zavallının saygı duyulacak yücelikte özgüveni(!) çoğu soylulara meydan okuyabilecek nitelikteydi-.
Adası asla ne her gece mahkum olduğu sokaklar gibi sağır gürültülerle çevrili ne de bitip tükenmek bilmeyen kalabalık yalnızlıklarla dolu olacaktı. 
Nitekim öyle kör günler olurdu ki annesinin şefkatli sesini bile işitemezdi zihninde; işte hep bu zamanlar düşünce tohumlarını adasının derin, ıslak, verimli topraklarına ekerdi. 
Elbette bu tarlalara iki güneş gerekirdi, tıpkı adasındaki gibi.
Ali Zaoua öldü.

Kimse neden, nasıl, ne zaman diye sormadı.

Bir yıldızın gece gökyüzünde parıldayıp sönmesi kadar sürdü yok oluşu, ölümü o kadar aniydi.

Kimse cansız bedeninin yanında kanlar içinde kalan taşın onu öldürdüğünü düşünmedi.

Ve o sorgusuz sualsiz, habersiz göç etti adasına.