12 Temmuz 2015 Pazar

yalnızlaşmak

kim ne derse desin, lüks yalnızlıklar bizimkiler. Uzun, ağaçlık, ıssız bir sokakta kulağımızda müzikle, sanki hayatımızın fon müziğini oluşturur gibi, anlık yalnızlığımızla keyifli anlar yaşamaktan ibaret. Planlanmış kokuyor bir parça, gerçek bir "baba" yalnızlaşmadan oldukça uzak.
çünkü bu farkındalık bile bize ne denli kalabalık olduğumuzu kanıtlar. ölüm nasıl biz yokken var olacaksa, yalnızlık da farkındalığı ortadan kalktığında gerçektir ancak. insan "amma da yalnızım!" diyebildiği kadar kalabalıktır aslında. 
bir insanın tam anlamıyla yalnızlaşabilmesi ise her ne şekilde olursa olsun gerçeklikten uzak. bi metaforla açıklamaya çalışacak olursam, hafızası silinen biri. tam anlamıyla boşlukta ve kimsesizdir. ne ailesi, ne yaşanmışlıkları hiçbiri onun için yoktur. o da bunun bilincine vardığı an, çaresiz bir varoluşla böylesine bir yalnızlıktan kurtulmak adına anımsar tek olamayacağını ortaya koyacak parçaları. 
saf yalnızlık anlayışımıza bu kimsesizliği oturtacak olursak, yaşadığımız ufak tefek lüks yalnızlıklarımız ise ancak yansımalarını oluşturabilir. katıksız yalnızlık bir daha yenik düşer varoluşumuza.


yalnızlık üzerine düşünmemi tetikleyen efsane kitaptan bir alıntıyla sonlandırıyorum:))

"Neresinden bakılırsa bakılsın,
her cümlede bir çift göz vardır
ve her noktada bir insan.
O insan ki, bakar bize ve ötemize;
ve o insan ki, giyindiği zamanın gerisinden sorar
hep
kaygılanır, duraksar ve sessizdir;
ve geldim demenin bir sessizliği varsa, öpüşelim
demenin, sen hala gitmiyor musun demenin ya da
ölmek istemenin bir sessizliği varsa,
kelimeleri de vardır sessizliğin
duruşun kelimeleri vardır;
bakışın, uzanışın,
gülüşün...

Ama, yalnızlığın kelimeleri yoktur.
O, bütün kelimelerden oluşmuş bir kelimedir."

Yalnızlıklar, Hasan Ali Toptaş.




30 Haziran 2015 Salı

kendinleşmek

Başımızı yastığa koyduğumuzda kurduğumuz hayallerimiz, durup güzel bir manzaraya bakarken düşlediğimiz geleceğimiz her birimiz için biricik. hayatın gerçekleri denilen, biricik hayallerimizi tek tip haline getirmeye müsait yaşam telaşı ise, bazen insanlarda vücut bulmuş halde karşımıza dikiliveriyor, yüzümüze her an farklı bir biçimde çarpabiliyor. gündelik tercihlerimiz, beyanlarımıza göre kişilik, tip analizlerimiz yapılıyor. sözüm ona her birimiz, hiçbir kalıba sığmayan, eşi benzeri olmayan insanlarken birdenbire herkes oluyoruz.
her insanın 'hayatta en çok korktuğu' bir olay, durum elbet vardır. düşünüldüğünde en tipikleşen, olmazsa olmazları bir kenara koyup bakacak olursak, benim en büyük korkum sıradanlaşmak. yaşam telaşı, kariyer, prestij, para gibi hayatın gerçekleri karşısında beni diğerlerinden farklı kılan yetilerimi, değerlerimi kaybetmek. günlük istekler, hedefler peşinde benliğimden sapıp asıl amacımdan kopmak. hayatımda bir iz bırakamadan,tabiri caizse farklı bir frekansta farklı notalarla bir beste veremeden dinleyenlerime, -biraz da ileri giderek- boşa geçirmek tüm zamanı.hayatın çekip önümüze koyduğu fotoğraflara bakarken diğerlerinden farklı düşünüp, hissedip, keyif alamayacaksam kendim olamayacağım asla. kendim olmaya da oldukça niyetliyim.
ne demiş şair, "fotoğraf çektirmek için yan yana getirilmiş iki nesne değiliz biz" 
unutmamalı ki öylece gelip geçmek için gelmedik, gitmemeliyiz. gitmemeliyim. iyisi mi herşeyden önce kendimizi dinleyip yol çizmek. Allah standarttan ayırsın ve biz kazananlar kulübünü kuralım:))

1 Aralık 2014 Pazartesi

hisler

Bir o var, benden içeri; bir ben var onla bir.

tanrı bir olduklarında ana yayılan naif tınıları işittiğinde zamanı su; saatleri saniyeler haline getirdi. duyulan melodiler onun mükemmelliğinden parçalar taşımasa bu kadar kıskanmayacaktı belki, ancak duyduklarının dayanılmaz güzelliği ona kızgınlık olarak tezahür ediyordu.

Yüreği var içtiğim, bir yüreğim var benliğinin ele geçirdiği.

varoluşlarında tek bir özne vardı artık, biz. tanrı yaşananlardan oldukça hoşnutsuz olacaktı ki bir oldukları zamanları akıttı hep yaptığı gibi.
gözlerini açtılar, yüreklerini ortaya koydular, vedalaştılar.
Son birliktelikleri harikulade bir görüntü oldu kazındı hafızalara, daha fazlası olamıyordu; zaman tanrının lanetlediği en güçlü düşmanlarıydı.

elleri var ısındığım, aşkı var sığındığım.
birbirlerinin yüzündeki gülümseme, gözyaşı oldular; bir günü daha el ele..

15 Ekim 2014 Çarşamba

Kırmızı-3

 İlk kez kurbanlarının eline geçtiği an onlar ne hissediyorsa anladığını düşündü, küçük bir kız çocuğunun ilk kez bir yabancıyla konuşurken hissedebileceği gibi hissediyordu. Tedirginlik diye adlandıramadı hastalıklı beyni, yaptığı o bütün temizlenmelerinden(!) nasıl zevk alıyorsa bundan da haz alınması gerektiğini düşündü.-Buna düşünmek demek elbette fazla olacak, içgüdü daha doğru.- İlk kez duyduğu bu his ona bütün çocukluğunun özetini anımsattı, bir film şeridi gibi hızlı değil, slow motion* filmlerden dahi daha yavaş biçimde zihnini kirletti o akıl almayacak anlar. 
Ne zaman hatırlayacak olsa, en az tırnak dipleri kadar kirli; en az bu kirler kadar derinlere işlemiş hastalıklı geçmişini bütün vücudunda hissederdi. Bedenini saran anılar öyle acıtırdı ki canını, annesinin gözleri gelirdi aklına, nefret nöbetlerine bırakırdı benliğini; kaçınılmaz kısır döngü.
Bedeni ne kadar nefes almak için zorlasa, benliğinin soluksuz kaldığını hissederdi, olsun hissetsindi. 
Nefessiz kalmak yaşadığı en hafif şey olduğundan kurbanlarını boğması da merhametindendi, belki.



Arkadaşlar psikolojik betimlemeyi çok sevdiğimden olay örgüsü pek işime gelmiyor, bi fikri olan varsa yönlendirmeyle bir kurgu yaparım belki?:)

8 Ekim 2014 Çarşamba

Kırmızı - 2

Lütfen ilk önce http://birgaripbilirdisi.blogspot.com.tr/2014/04/krmz-1_28.html bunu oku! *.*


Yine zihninin en gitgelli, arafta kalmış ve işe yaramaz düşünceleriyle bezeli anlarında elinde kalmıştı kurbanı. Ne zaman böyle hissetse -kendi için günahlarından arınma olarak gördüğü- ritüellerinin son aşamasında buluyordu hakim olamadığı benliğini. Temizlenme ayinleri masum bir bedeni O'na hediye etmesiyle tamamlanıyordu. Şüphesiz yeni doğan kız bebekleri gömenler de onun atalarıydı.
Nihayetinde köşebaşına vardığında hakettiğinden fazla sürmüş yaşamı onun devam ediyordu, hastalıklı günah çıkartmalarına alet ettiği kurbanının değil. En az kalbi kadar soğuk ve kararmış beton duvarın önünde yere çöktüğünde bir kez daha hissetti kanıksadığı kimsesizliğini; duvara sırtını yasladığında ise kabullenemediği hissizliğini. Caniliğinin kalbi bu sefer de hissizlik olmuştu anlaşılan. Üstüne düşünecek çok vakti olmasına rağmen aklına bir saniye bile gelse ona yıllardır üstüne kafa patlattığı hissi veren bu sapkınlıkları her cinayetinde kat be kat artıyor ve dayanılmaz ağırlığı göz altı torbalarına çöküyordu. Ruhu ve bedeni birbirinden öylesine zıt tezahür ediyordu ki; hayatı elinden alınan delikanlılar kadar kaygılı ve bir o kadar da pişman bir halde, dua ediyormuşçasına kısık sesle beynini ve birbirlerini kemiriyordu.


Yorum, tavsiye bırakırsan sevinirim!!



28 Nisan 2014 Pazartesi

Kırmızı-1

soluklanmak onun için son bir saattir nefesini tutmaktan ibaretti. ara sıra kısık solgun nefesler çekiyordu içine. ama bu ne beş para etmez ciğerini doldurmaya yetiyordu ne de ölmesine. Dikenli tellerle çevrili beyni düşünmeye tenezzül etmiyordu. Sadece koşuyor ve kırmızıların en can alıcı tonlarıyla bürünmüş ellerini silmekle uğraşıyordu. üstündeki bez parçaları ellerindeki günahı temizlemekten aciz kaldıkça daha da sinirleniyor, adımları hızlanıyor, solukları bir o kadar kısılıyordu. Ne yazık ki elinde kalan ceset gibi çabuk çıkmıyordu canı, ciğerleri iflas etmiyordu. Ruhunun son derece hastalıklı en derin noktaları yine yansımıştı en az ruhu kadar körelen bedenine. İşte şimdi tam olduğunu hissediyordu- hissediyordu çünkü düşünmek onun için acı çekmekten başka bi'şey değildi- : sahip olduğu benliğin bütünleştiğini, sadece o anlarda bir olduğunu hissetmesi küflenmiş beyninin tezahürüydü belki. Ama bunu anlaması ondan beklenemeyecek kadar fazla akıl gerektirirdi; onunsa beyni kırmızının en solgun tonlarıyla kanarken bu imkansızdı.



Önerilerden yola çıkarak bi katil oluşturuyorum, yine küçük küçük parçalarla ilerleyeceğim takipte kalın.^^

Bütünleştirilmiş eski hikaye

İlk yazdığım hikayeyi birleştirme projem^^

Herkesin güneşli oluşundan parlak olduğuna kanaat getirdiği ancak kendisinin henüz -içinin kararmışlığından ,bi sokak piçinin ayaklarının altı gibi kirlenmişliğinden olacak ki- gün için olumlu bir  yakıştırma yapamamıştı. Bedeni bu her ne kadar acıkmışlığın verdiği ağız kokusu, mide yanmasının etkisiyle düşüncelerinden bağımsız şekilde bir kirlenmiş de olsa; aklı, beyni kurumuştu sanki, düşünceleri bütün organlarını ele geçirmiş; karamsar bir hava yerleştirmişti. Ne aklında bi tilkinin leşe sinsi sinsi yaklaşması gibi usul usul gezinen fikirlere hakim olabiliyordu ne de karnının guruldamasına. İşin aslı bu keşmekeşten kurtulmak için de özel bir çaba harcamıyordu. Beynindeki her hücreyi ,göz kırpmak nasıl hayatın akışında böylesine normalse, her saniye işletmek istiyordu. Kolu bacağına kan gitmediğinde nasıl karıncalanıyor, bu onu kıvrandırıyorsa; aklı öyle çalışacaktı ki kendini dahil herkesi şaşırtacaktı; günü parlak bulanlara hücrelerinin çalışırkenki parlamasını gösterip karanlığa çekecekti güneşli'leri de.
Şu anlık tüm bu kaostan kurtulup o iki güneşli adasına gitmek istedi. Kendisini nasıl tanıyorsa, düşüncelerini bedeninden uzaklaştırmayı da biliyordu.
Ve bunu hep kendine saklardı. -Şimdi de yapacağı gibi.-

Günüyle gecesi onun için pek farklı olmuyordu, sınırları belirli, önceden çizilmiş ve asla değişmeyecek bir tarla gibiydi yaşayabilecekleri. Yalnızca geceler biraz daha karmaşık oluyordu gündüzden. Bu farklılık da ancak madalyonun iki yüzü kadar aynı ve farklı olabilirdi. Bu yaradılışından sanki Tanrı tarafından bir emir gibi kazınmıştı beynine, 4 büyük kitaptan hiçbirinde yazmamasına karşın. Yaşadıkları ve yaşayacağı bildiği hayatı bir seçim miydi yoksa kader denen şey mi umurunda değildi, böyle olmasına ve böyle olacağına koşulsuz sadakatle bağlıydı.
 İki güneş istemekte haklı nedenleri vardı.Yaşadığı dünyaya bakacak olursa aydınlık bir yönünü bulmak trafikte emeklerini satarken dilenci gözüyle bakmayan şoförler bulmak kadar zordu. Tıpkı şoförlerin dünya görüşü kadar karanlıktı yaşadığı hayat. Bu karanlık zamanlarda, dünyadaki her şey ruhunu aşağı çekmeye çalışıyor gibi hissederdi, tek güneşin beyinleri aydınlatmaya yetmediği onun nazarında bu hissettiklerinden anlaşılabilirdi. Onun hayatında Gregor Samsa gibi hissetmek o kadar kolaydı ki -en az kara delik kadar koyu, içinden çıkılamaz, kör cahil yaşamında Dönüşümü tabi ki bilmesi beklenemez- ; her uyandığında koca şehir için ucube bir böcekten daha fazlası değildi, bu onun için kaçınılmaz geleceğinin çok ufak bir detayıydı. Onu dünyaya getiren kişi tarafından böyle bir yaşama sürüklenişi de onun için güven, sadakat duygularını ancak bir ahmağın hissedebileceği zayıflıklar olarak görmesini haklı kılan nedenlerdi. O, dünyasını aydınlatmaya bir güneşin dahi yetmediğinden yakınırken, annesi olacak -kendinden çok da üstün yönleri bulunmayan, basit bir sokak kadını- kadın ondan ancak bir prensesin gülümsemesindeki zarafet kadar güçlü(!) güneşin ışımasını elinden almaya kalkmıştı. Belki o gün dünyaya kör bir böcek olarak uyanışının ilk günü sayılabilirdi.

İki gözü vardı -annesi için herhangi bir organdan daha mühim olmayan- ve iki güneşi görmeye son derece kararlıydı.
Küçük bir çocukken -zenginlerin yaşadığı paralel evrendeki normlara göre ana kuzusu çağlarındayken- evi ve onu organları para edecek ürünler olarak gören annesini bırakıp Sokakların Prensi, Ali Zaoua olma yoluna girmişti. Bu olanlar yaşanmadan her dünyaya gelenin sahip olduğu gibi onun da bir odası, şimdiki hayallerinin oluşmasında rol oynayan mavi oyuncakları vardı. Ta o zaman girmişti düşlerine; sonsuz, derin maviliği düşündükçe yıldızlarınkine benzer bir ışıkla mutluluk akın ediyordu dehlizlerine. Konu okyanusların, denizlerin maviliği olduğunda düşünce limanları çok genişlerdi, yüzlerce gemi sığabilirdi hayallerine. Engin düşünce denizlerinde birbirinden görkemli, ihtişamlı gemiler yüzerdi, bunları izlemek onu öylesine etkilerdi ki bu düşlerinde dahi kendisinin ufak bir sandalla olması hayatın trajikomikliğini bize tekrar gösterirdi. Çöller kadar zengin yalnızlığı; kaderin eşitsizliğini düşündüğünde mutsuzluğun verdiği ıstırapla perçinlenirdi. Bu duygular onda hep yeni bir yaşam hevesi yaratırdı ki bu da öylesine basit bir çocuğun sahip olabileceği hayaller kadar yakın fakat düşlediği iki güneşe ulaşmak kadar uzaktı. 

Ama artık düşlerini süsleyen peşinden koşabileceği -ya da yüzerek ulaşabileceği- iki güneşli bir adası vardı.
Adasında olmasını düşlediği esintiler tıpkı aşıkların ilk öpüşündeki gibi titretirdi içini; her ne kadar aşkı tatmamış olsa da annesinin kokusu olarak belirirdi zihninde "aşk". Kalbine küçük beyaz bir elin dokunmasının çoğu kez talihsiz olan tatlı gerginliğini tatmıştı hep. Bu onun için hafifmeşrep bir aşıkla yapılan suç ortaklığının onurlu bir adama verdiği acılı bir tatmin duygusundan öte olamamıştı. Şimdi bu kalp rahatsızlıklarını bir yana bırakırsa adasının şenliksiz ve prensi olduğu sokaklardaki gibi solgun olmasından korkmuyor değildi. Ancak o Ali Zaoua'ydı ve bu denli zayıflıklara onun sokaklarında yer yoktu-zavallının saygı duyulacak yücelikte özgüveni(!) çoğu soylulara meydan okuyabilecek nitelikteydi-.
Adası asla ne her gece mahkum olduğu sokaklar gibi sağır gürültülerle çevrili ne de bitip tükenmek bilmeyen kalabalık yalnızlıklarla dolu olacaktı. 
Nitekim öyle kör günler olurdu ki annesinin şefkatli sesini bile işitemezdi zihninde; işte hep bu zamanlar düşünce tohumlarını adasının derin, ıslak, verimli topraklarına ekerdi. 
Elbette bu tarlalara iki güneş gerekirdi, tıpkı adasındaki gibi.
Ali Zaoua öldü.

Kimse neden, nasıl, ne zaman diye sormadı.

Bir yıldızın gece gökyüzünde parıldayıp sönmesi kadar sürdü yok oluşu, ölümü o kadar aniydi.

Kimse cansız bedeninin yanında kanlar içinde kalan taşın onu öldürdüğünü düşünmedi.

Ve o sorgusuz sualsiz, habersiz göç etti adasına.